EVLİLİK İLİŞKİSİ GÜVENLE BAĞLANMAYI ÖĞRETEBİLİR
SEÇİL ÖZBEKLİK
Uzman Psikolojik Danışman
“Kendini seçemiyorsun, bırakıp kaçamıyorsun. Yazmadığın bir hikâyede, uzun ya da kısa vadede, az biraz keşfediyorsun. Öteki olabilmeyi, yerine koyabilmeyi, geride durabilmeyi öğreniyorsun. Bu kızı yeniden büyütmeliyim…”
Sezen Aksu. (2003). Farkındayım. Yaz bitmeden
Bağlanma teorisinin kurucusu John Bowlby, anne (ya da temel bakım veren kişi) ile bebek arasındaki bağın yaşamsal önemine odaklanarak, bebeğin hem fiziksel hem de ruhsal olarak var olabilmesi için bu bağın sağlıklı bir şekilde kurulmasının gerekliliğinin altını çizmiştir. Bowlby, bebeğin her şekilde ve evrensel olarak temel bakıcısıyla (çoğunlukla da annesiyle) güçlü bir bağ kurma ihtiyacıyla doğduğunu vurgular. Bebeğin temel bakımını sağlayan kişiye bağlanmasının her zaman gerçekleştiğini belirtir; bununla birlikte bebeğe sunulanların niteliğinin bebeğin kurduğu bağın güvenli ya da güvensiz oluşuna etki edeceğini savunur. Bowlby’nin vurgusu çok güçlüdür; bebeğin annesiyle kuracağı bağın güvenli ya da güvensiz oluşunun tüm ilişkilerini, kendi benliğiyle, ötekilerle, genel olarak da dünyayla ilişkisini “beşikten mezara” değişmez bir şekilde etkileyeceğini savunur. Daha da ötesi bu bağlanma kalıbını sadece kendi hayatı içinde tekrar etmekle kalmayıp, yetiştireceği çocuklar vasıtasıyla sonraki kuşaklara da aynı değişmezlikle aktaracağının altını çizer (1,2).
Bağlanma teorisinin temellerinin atılmasından itibaren, gelişim psikolojisi, psikopatoloji ve kişilerarası ilişkiler üzerine dünya genelinde yapılan araştırmalar, her ne kadar araştırmalarda hala bir takım metodolojik sorunlar göze çarpsa da, teorinin temel varsayımlarını destekler niteliktedir (3, 4). Çeşitli ülkelerde yapılan araştırma verilerinin analizlerine göre güvenli bağlanma ilişkisinin %65 gibi bir oranla en sık karşılaşılan ilişki türü olduğu belirlenmiştir (4). Bu sonuçlar bir miktar içimizi rahatlatır. En azından çoğunluk bireyin güvenli bağlanma temelleri vasıtasıyla çeşitli psikolojik, fiziksel ve çevresel sorunlarla baş etmekte iyi-kötü başarılı olacaklarını, sorunlarla karşılaştığında daha güçlü ve dirençli bir yapı sergileyebileceklerini, sağlıklı ve mutlu ilişkiler kurarak bu özelliklerini sonraki kuşaklara aktarabileceklerini varsayabiliriz. Bununla birlikte aynı araştırma sonuçları geriye kalan %35lik güvensiz bağlanma modelini içselleştiren bireyler ile bu bireylerin yetiştireceği yeni kuşakların akıbetini de sorgulama zorunluluğunu doğurur. Diğer bir değişle güvensiz bağlanan bireylerin daha yaşamlarının ilk yıllarında yaşamak durumunda kaldıkları eksikliklerin yol açabileceği olumsuzlukları hayatlarının her döneminde tekrar tekrar yaşamaktan nasıl ve ne şekilde korunabileceği, bu insanların nasıl desteklenebileceği gibi soruları gündeme getirir.
Anne-bebek ilişkisi bir fanus içerisinde gerçekleşmez. Bir bebeğin ihtiyaçlarını fark etmek, bunları uygun şekilde karşılayabilmek için annenin de ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. Diğer bir değişle bebeğini beslemek zorunda olan annenin, önce kendinin doyuma ulaşabilmesi gereklidir. Annenin bebeğine sağlayabildiklerinin, bebeğin sonraki yaşamına olumlu ya da olumsuz anlamda nasıl ve ne şekilde yansıyabileceğini vurgulayan Bowlby de aslında bebek bakımının ne kadar zor bir iş olduğunun, bunun tek bir yetişkin tarafından gereğince karşılanmasının imkânsızlığının, anneyi destekleyen bir eş ve evlilik ilişkisinin gerekliliğinin üzerinde durmuştur (2). Buna rağmen anne-bebek ilişkisinin ve annenin bebeğine sunabildiklerinin önemini vurgulayan, temelde ilk ilişkideki eksiklikleri ve aksaklıkları düzeltmeye çalışan pek çok teorinin istemsiz olarak yol açtığı gibi, bağlanma teorisi de özellikle de güvensiz bağlanma modeline sahip anneler üzerinde olumsuz sonuçlara yol açmıştır. 1985 yılında yayınlanan ve önemli psikoloji ve psikiyatri dergilerinde sunulmuş 125 araştırmayı inceleyen bir makale, ürkütücü ve üzücü bir tabloyu ortaya koymuştur (5). Bu incelemede yer alan 125 araştırmanın %82sinde, çocuklarda gözlenen yatak ıslatmaktan şizofreniye kadar 72 çeşit problemin kaynağının anne olarak gösterildiği tespit edilmiştir. Daha da ilginci, bu araştırmalarda çocuğun problemlerinin gelişimi ile annenin çocuğuna sunabileceklerine olumlu ya da olumsuz etki edebilecek diğer faktörlerin (örneğin babanın rolü ve etkisinin, genetik etkilerin, çevrenin ve aile sisteminin etkilerinin, çocukların doğumdan itibaren getirdiği mizaç ve yatkınlıklarının) tümüyle göz ardı edildiği saptanmıştır. Son yıllarda yapılan araştırmalar ve teoriler bu olası “diğer faktörlere” daha fazla odaklanmaktadır (6, 7, 8). Bununla birlikte annenin kendi çocukluğunda sağlayamadığı güven ilişkisini yetişkin hayatına özgü şekliyle eşiyle sağlayabilmesinin önemi ve bu evlilik ilişkisinin çocuğa sadece güvenle bağlanabileceği bir anne değil aynı zamanda güvenle bağlanabileceği bir baba ile içinde güvenle var olabileceği bir aile yaşantısı sunabilme potansiyeli hala yeterince vurgulanamamaktadır.
Bağlanma ihtiyacı ve güvenle bağlanma ihtiyacının karşılanabileceği “öteki”ne kavuşabilme arzusu en temel insani ihtiyaçların başında yer alır. Kişiler hayatının her evresinde bu en temel ihtiyacının karşılanmasına yardım edecek “öteki”ni bulmayı umut ederler (9, 10). Hayatının ilk yıllarında, ilk ilişkilerinde bu en temel ihtiyaçları karşılanmamış bireyler için ötekini bulma umudu, yaşam enerjilerini en fazla yönelttikleri hedef olarak kalır. Bu durum bazen nedeni bilinemeyen bir kaygı ve vazgeçişin, bazen kendini tekrar eden başarısızlığa uğrayan çabaların, bazen de “bir bütün olma” taleplerinin ardında gizlenir; yine de benliğin en ücra köşelerinde varlığını, üstelik de yaşam enerjisini tüketircesine, hayat boyu devam eder. Bu insanlar tüm yakın ilişkilerini, bağlanma ve bağımlı olma ihtiyacının karşılandığından emin olabilmek zorlantısıyla ya da bu ihtiyaçlarının “nasıl olsa karşılanmayacak olmasının” geçmişte hissettirdiği tanıdık acılarından kaçınmak üzerine kurar. Yetişkin hayatındaki romantik ilişkiler, evlilik ve kişinin kendi çocuğuyla kuracağı ilişkiler geçmişin etkilerinin kendini en fazla gösterdiği ilişkiler haline gelir.
Seans odasında, sorunlu ve mutsuz ilişkiler yaşayan bireylerle ve çiftlerle çalışılırken eşlere yönelik “annem-babam ol ama bana onun hissettirdiği olumsuzlukları yeniden yaşatma” arzusunun elle tutulur hale geldiği fark edilir. Hâlbuki eşe yönelen bu beklentilerin birçoğu bir çocuğun ancak annesi ya da babası tarafından ve ancak çocukluğu döneminde karşılanabilecek beklentileri içerir. Bu beklentilerin yetişkinlikte, başka bir yetişkin tarafından karşılanabilmesi ne geçmişte arzu edilen tatmin hissini yaratabilir, ne de aslında gerçekten ve tam anlamıyla karşılanabilir. Bu makalede evlilik ilişkisindeki dinamiklerin tümü incelenemeyecek olsa da, evliliklerde sorun olarak iletilen yakınmaların bir kısmına ve bunların ilk bağlanma ihtiyacının karşılanması arzusuyla bağlantılarına kısaca göz atılabilir:
1. “Benim ihtiyaçlarımı, ben söylemek zorunda kalmadan fark et ve karşıla!”:
İnsan hayatının en az ilk iki yılını, isteklerini ifade edebileceği sözler olmadan geçirir. Bu noktada onun ihtiyaçlarını, o söylemeden fark edebilen ve bunları karşılamaya istekli bir yetişkinin varlığına ihtiyacı vardır. Çocuğun “söylemeden anlaşılma” ihtiyacı ne kadar az karşılanırsa, yetişkin hayatında ilişkide olduğu kişilerden bunu o kadar fazla talep eder.
Hâlbuki yetişkin hayatına söz hâkim olmuştur bir kere; yetişkin hayatında istekler söze dökülmelidir. Evliliklerin başına çorap örebilen “zihin okuma” derdinden uzaklaşabilmenin yolları, ancak ilişkiye söz hâkim olabildiğinde bulunabilir. Aynı şekilde çocukluk hayatından farklı olarak, yetişkin hayatının bir getirisi de kendi ihtiyaçlarının büyük bir çoğunluğunu kişinin kendisinin karşılaması gerekliliğidir. Kişiler er ya da geç kendi ihtiyaçlarını uygun şekilde karşılayabilmenin yollarını bulabilmelidirler. Bu noktada, kendi ihtiyaçlarını yine kendileri karşılarken eşlerinin desteğini talep edebilirler.
2. “Sürekli yanımda ol ve benden başka hiçbir şeye ilgi gösterme!”:
Bebek uzunca bir süre isteklerinin karşılanabilmesi için anne-babasının fiziksel ve duygusal yakınlığına ihtiyaç duyar. Emekleyerek ya da yürüyerek anne babasının yanından uzaklaşabilmeye başladığı ilk zamanlarda anne babasının onu koruyabileceği fiziksel sınırlar içinde kalmasını tercih eder. Anne babasının uzağına gidebildiği her sefer geriye dönüp anne babasının onu takip edebileceği mesafede kaldığından emin olmak ister. Anne babasının fiziksel uzaklığına tahammül edebilmesi ancak onların varlığını zihinsel olarak içselleştirebildiği, onlardan her uzaklaşma deneyiminin onların tümden yok olması anlamına gelmediğini anlayabilecek olgunluğa erişmesi halinde gerçekleşir.
Evlilik ilişkisinde de eşlerin güvende olabilmek için her şeyi birlikte yapmaları gerektiği yanılsamasına kapıldıklarını, bireysel uğraşlar ya da arkadaşlıkların eşlerini kaybedecekleri endişesine yol açtığını, bunların “sevgisizlik” olarak tanımlandığını görürüz. Buna rağmen, eşiyle aralarında var olan bağdan var emin olabildikleri andan itibaren, eşlerinin uzaklaşmalarının onları kaybetmek anlamına gelmediğini kabullenebilirler.
3. “Benim özel olarak bir şey yapmama gerek kalmadan beni olduğum gibi kabul et, beni her halimle sev ve terk etme!”:
Anne-bebek arasındaki ilişki tek yönlüdür. Çocuk hep alan, anne ise hep veren konumundadır. Uzunca süren yıllar boyunca annenin hayatı çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamak etrafında şekillenir. Yine uzunca süren yıllar boyunca çocuk ihtiyaçlarının karşılanması için annesinin hayatına ne tip zorluklar eklemiş olduğunun farkına varamaz. Aynı şekilde bir kere anne baba olunduktan sonra bu kimlik yaşam boyu sürer. Anne babadan beklenen çocuklarının geliştirdikleri kimlikler ve zorlukları ne olursa olsun, çocuklarından vazgeçmemeleri ve onları olduğu gibi kabullenmeleridir.
Buna rağmen evlilik ilişkisi iki kişiliktir ve bu ilişkinin devam edebilmesi için her iki kişinin ihtiyaçlarının da en azından belli oranda karşılanması gerekir. Diğer bir değişle, eşler ilişki içinde gerektiğinde “alan”, gerektiğinde “veren” olma konumlarına yerleşebilmedirler. Anne, baba ve çocuk arasındaki ilişkiden farklı olarak, evliliğin yaşam boyu sürmesi zorunluluğu ancak ve ancak evlilikteki her iki kişinin de ihtiyaçlarının karşılanması halinde mümkün olur. Tek taraflı veren ya da alan olma talebi de, evlilik içinde buna uygun bir ilişki şeklinin oluşması da, başta cinsellik olmak üzere, evliliğin birçok alanına hasar verir. Kaldı ki, sağlıklı anne-çocuk ilişkisinde temel bağımlılık ilişkisi kurulduktan sonraki bir süreçten itibaren çocuğun uzaklaşabilmeyi ve bağımsızlaşabilmeyi başarabilmesi beklenir. Buradan bakıldığında evlilikte anne-çocuk arasındaki bağımlılığa benzer bir ilişki tahsis edilirse, anne-çocuk ilişkisinden farklı olarak, kaçınılamayacak bir kopuş ve uzaklaşma gelecektir.
4. “Sensiz yaşayamam!”:
Yeni doğan bir bebeğin yaşamaya devam edebilmesi için bir yetişkin tarafından bakılması, beslenmesi ve korunması gerekir. Bu gerçekleşmediği taktirde sonuç bebek için ölümcül olabilir. Geçmişte karşılanamayanlar ne kadar fazla olursa ve geçmişte karşılanamamış olanların eş tarafından karşılanmasını talep etme zorlantısı ne kadar güçlü olursa, eşi kaybetmenin “ölüm” anlamına geleceği, yaşamın tümüyle sonlanacağı kaygısı da o kadar fazla ve yoğun olur.
Belki tam da bu nedenle evlilikte en mutsuz olan çiftlerin, eşlerini kaybetme korkusuyla değişme yönündeki taleplere en fazla direnç gösterip, ayrılmayı/boşanmayı en az düşünebilenler olması açıklanabilir hale gelir.
Yukarıda bahsi geçen maddeler ve eklenebilecek diğer maddelerin evlilik ilişkisi içinde birebir aynı cümlelerle ifade edilmesine nadiren rastlanır. Bunun yerine yaşanan gündelik sorunlar, hatta dışarıdan gözleyen biri için “fındıkkabuğunu doldurmayacak” nedenler olarak algılanan sorunlar üzerinden ifade bulur. Aslında tartışılan, çocukluklarında karşılanmamış olanların eşleri tarafından karşılanması ihtiyacı ile eşlerinden güvenle bağlanabilecekleri “öteki” yaratma arzusudur. Bu şekilde bakıldığında sorunlar aslında bir duygusal iyileşme girişiminin parçaları olarak kabul edilmelidir.
Freud, aşık olma durumunun anneye hissedilen ilk aşkın tekrarına hizmet eden, bir “yeniden yaşantılama” çabası olduğunu vurgular (11). Aşık olma deneyimi muhteşem bir anne babanın, tüm ihtiyaçları karşılanan biricik çocuğu olma fantezisinin gerçekleştirilmesine olanak sağlar. Bu fantezi, gerçeklerle karşılaşılana kadar geçmişte gerçekleştirilememiş olanın doyurulmasına yardım eder. Buna rağmen ilişkinin bir noktasından itibaren bireylerin eşlerine yönelttikleri taleplerin aslında anne babalarına yönelik talepler olduklarını fark edebilmeleri gerekir: Çocukluklarında ihtiyaç duydukları çocuklukları süresince karşılanmamıştır ve karşılanması bugün artık mümkün değildir. Hiçbir insanın ona sağlayacağı güven, ilgi, bakım, koruma ve şefkat geçmişte annesinden beklediği şekilde yerine getirilemeyecektir. Bu fark ediş belirgin miktarda yoğun olan bir yas sürecini de beraberinde getirir (12, 13). Bu yas sürecinin üstesinden gelinebildiğinde geçmişin izlerini taşıyan beklentilerle, yeni ve gerçekçi olanların yer değiştirebilmesi mümkün olur; bir yetişkin olarak başka bir yetişkine güvenle bağlanabilmenin yeni yoları bulunabilir.
Bununla birlikte, geçmişin beklentilerinden vazgeçmek, bugünkü ilişkiden daha az keyif almak ya da daha az mutlu olmayı kabullenmek anlamına değil; aksine keyif ve mutluluk kaynağı olabilecek, yetişkin hayatına özgü yeni ilişki türlerine yelken açabilmek anlamına gelir. Bu şekilde yetişkin yaşamına adapte olunabildikten sonra, yetiştirilecek çocuklara da ancak bir yetişkinin sağlayabileceği güven ve bakım sunulabilir hale gelir.
Yetişkin hayatına uygun hale dönüştürülebilen sağlıklı bir evlilik ilişkisi, içindeki kadın-erkeğe gerektiğinde sığınabilecekleri, güçlenip hayatın mücadelesine yeniden dönebilecekleri güvenli bir liman sunabilir. Bu dönüşüm sayesinde evlilik, anneliğe geçiş sürecinin kaygı yaratan ve güvensiz olunabilen durumlarında bir dayanak ve bireysel beslenme kaynağı haline gelir. Kadın ancak bu sayede eşine, “babalık” işlevini hissedebileceği ve bu işlevleri gereğince uygulayabileceği bir alan açabilir; babanın bebeğini bulabilmesine ve bebeğin babasına kavuşabilmesine destek olur. Evlilikteki huzur ve mutluluk, bebeğin kendini güvende hissedebileceği bir aile ortamı içinde büyüyebilmesine katkıda bulunur.
Sonuç olarak, daha önce de belirtildiği gibi anne-bebek ilişkisinde annenin eksiklik ve aksaklıklarının çocuğu üzerinde yaşam boyu süren olumsuz etkilerinin tespit edildiği kuramlar ve araştırmalar belli bir noktaya ulaşmıştır. Bu teoriler ve teorileri destekler nitelikte sonuçlara ulaşan araştırmalar annelerde çokça sorumluluk, çoğunlukla da kaygı ve suçluluk duygularının yerleşmesine istemeden de olsa katkıda bulunmuştur (14, 15). Annenin çocuğu üzerindeki olası etkilerinin gücü araştırmalarca kanıtlandıkça, aslında teorilerin çoğunluğunda altı çizilen bebeğe ihtiyaç duyduklarını verebilmek için annelerin de ihtiyaçlarının karşılanması zorunluluğu ile bebeğin bir anneye olduğu kadar bir babaya ve huzurlu bir aile yaşamına olan ihtiyacı duyulamaz hale gelmiştir. Bu noktadan itibaren, bir annenin bebeğine uygun şekilde yönelebilmesi için bireysel ihtiyaçlarını tespit edebilmenin, bu ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için gereken zemini güvenle oluşturabilmesinin sağlanması için uygun yollar aranmalıdır. Bu yolların aranması aşamasında evlilik ilişkisi ve bu ilişkiden sağlanabilecekler, güvensiz bağlanmanın “beşikten mezara” ve kuşaktan kuşağa tekrar etme kısırdöngüsünü kırabilmenin umudunu vaat etmektedir.
KAYNAKLAR:
1. Bowlby, J. (1982). Attachment and loss: Attachment (Vol. I). (Second Ed.) USA: Basic Books.
2. Bowlby, J. (1988). A secure base: Clinical applications of attachment theory. London: Tavistock/Routledge.
3. Ainsworth, M. D. S. (1996). Attachment and other affectional bonds across the life cycle. In C. M. Parkes, J. Stevenson-Hinde & P. Marris (Eds), Attachment across the life cycle. (p. 33-51). London: Routledge.
4. Hortaçsu, N. (2002). Çocuklukta ilişkiler: Ana baba, kardeş ve arkadaşlar. Ankara: İmge Yayınevi.
5. Caplan, P. J. & Hall-McCorquodale, I. (1985). Mother-blaming in major clinical journals. American Journal of Orthopsychiatry, 55, 345-353.
6. Özbeklik, S. (2006) Women’s marital quality and mothering quality: Determinants and interrelations. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul.
7. Belsky, J. & Fearon, R. M. P. (2004). Exploring marriage-parenting typologies and their contextual antecedents and developmental sequelae. Development and Psychopathology, 16, 501-523.
8. Kuczynski, L. (2003a). Introduction and overview. In L. Kuczynski (Ed). Handbook of dynamics in parent-child relations. (pp. ix-xv). California: Sage publications.
9. Guntrip, H. (2003). Şizoid görüngü, nesne ilişkileri ve kendilik. Çev: İ. Babacan. İstanbul: Metis Yayınları
10. Whitaker, C. (1989). Midnight musings of a family therapist. M. O. Ryan (Ed.) NewYork: W. W. Norton Company
11. Freud, S. (2006). Cinsellik teorisi üzerine üç deneme: Ergenlikteki dönüşümler. İçinde: Cinsellik Üzerine. Çev: S. Budak. İstanbul: Öteki Yayınevi.
12. Ruszczynski, S. (2006). Reflective space in intimate couple relationship: The “marital triangle”. In F. Grier (Ed.) Oedipus and the couple. London: Karnac. (pp. 31-47).
13. Morgan, M. (2006). On being able to be a couple: the importance of a “creative couple” in psychic life. In F. Grier (Ed.) Oedipus and the couple. London: Karnac. (pp. 9-30).
14. Jackson, D. & Mannix, J. (2004). Giving voice to the burden of blame: A feminist study of mothers’ experiences of mother blaming. International Journal of Nursing Practice, 10, 150-158.
15. Birns, B. & Ben-Ner, N. (1988). Psychoanalysis constructs motherhood. In. B. Birns & D. F. Hay (Eds), The different faces of motherhood. (pp. 47-72). NewYork: Plenum Press.