ANNE BABA OLMAK= KAYGIYLA YAŞAMAYI ÖĞRENMEK
Kaygı çoğu zaman hastalıklı, uyumu bozan, hoşa gitmeyen bir duygu gibi yaşanır. Gerçekten de kaygının çok yoğun yaşanması, günlük hayatı felce uğratabilir. Aşırı kaygı yaşayan insanlar hayattan uzaklaşabilir, iş yapamaz hale gelebilir, ilişkileri bozulabilir. Ayrıca uzun süre devam eden, hayatın her alanına yayılan ve üstesinden gelinemeyen kaygı durumu çeşitli fizyolojik hastalıklara zemin hazırlayabilir.
Buna rağmen, kaygı, tıpkı korku, öfke, üzüntü ve mutluluk gibi sık rastlanan duygulardandır. Üstelik kaygının çok önemli yaşamsal bir işlevi vardır. Kaygı: “Dikkat! Tehlike var. Kendini korumalısın, kaçmalı ya da savaşmalısın. Aksi taktirde yaşamın sona erebilir” sinyalidir. Kişi yaşamını tehdit edebilecek bir tehlike sezdiğinde, bu sinyali alır. Vücudu tehlikeyle baş edebilmek için hazırlanır; kan basıncı, kalp atışı, terlemesi artar, öncelikli olarak kol ve bacak kas gruplarına kan akışı hızlanır, vs. Vücudundaki bu değişimler dışarıdan da fark edilebilir; yüzü solar ya da kızarır, terlemeye ve/ya titremeye başlar, göz bebekleri büyür. Dehşet ve panik hissi yaşamaya başlar. Kişi kaygı yaratan nesneden ve/ya durumdan kaçmak ya da kaçınmak üzere harekete geçer. Kaygının yol açtığı bütün bu süreçler koruyucu bir mekanizmadır; kişiyi potansiyel olarak tehlike yaratacak ortam, tavır, nesne veya durumlara karşı uyararak yaşamın devamına yardımcı olur. Bu özelliği nedeniyle kaygı, bebeğin doğduğu andan itibaren en net fark ettiği ve yarattığı rahatsızlıktan kaçınmak üzere tüm benliğiyle mücadele ettiği en temel duygudur.
Bebek kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmekten aciz olarak dünyaya gelir. Yaşayabilmesi için bakıma ihtiyacı vardır. Kaygı tam da bu noktada devreye girer. Bebek daha doğduğu andan itibaren açlık hissini ve belli başlı fiziksel rahatsızlıklarını algılar. Bu rahatsızlıkları giderilmediği taktirde ölebileceğinden endişe eder. Bu kaygının neden olduğu tepkilerle de kendini ve ihtiyacını ifade edebileceği tek yöntemi olan ağlama davranışını kullanır. İhtiyaçları karşılanana kadar ağlaması şiddetlenerek devam eder. Çoğu zaman o kadar ufak bir canlıdan bunca sesin nasıl çıkabildiğini, bu kadar ağlayabilme gücünü nereden bulduğunu düşündürtecek kadar güçlüdür bebeğin mücadelesi… İhtiyaçları uygun şekilde fark edilip karşılandığı anda ise kaygısı yerini güvene ve derin bir rahatlama hissine bırakır. Genellikle ihtiyaçları karşılandıktan hemen sonra uykuya dalar. Ölümden uzaklaşmıştır artık bebek ve güvendedir. Kaygı duygusu bir anlamda bebeğin yaşamaya devam etme çabasını desteklemek üzere onu ve anne-babasını harekete geçirmiş, ihtiyaçlarının karşılanabilmesini sağlamıştır.
Anne-babanın öncelikli görevi çocuğun yaşamaya devam etmesini sağlayacak uygun ortamı ve şartları hazırlamaktır. Bu doğrultuda ebeveynler bir yandan çocuğu karşılaşabileceği zararlardan korumaya, diğer yandan çocuğun sağlıklı gelişimi için en uygun olumlu şartları desteklemeye çalışırlar. Anne-babanın bu temel görevi yerine getirebilmesi, çocuğun ihtiyaçlarını fark edip, bunları uygun şekilde karşılaması için “Çocuğumun yaşamak ve sağlıklı gelişebilmek için benim bakımıma, ilgime, desteğime, yardımıma ihtiyacı var. Dikkatli ve tetikte olmalıyım; yoksa çocuğum zarar görebilir” sinyallerini algılayabilmesi önemlidir. Diğer bir değişle belli oranda kaygı yaşamak ve bu duygunun yaşamın bir parçası haline gelmesi anne-baba olmanın kaçınılmaz bir sonucu ve gerekliliğidir.
Hayat, çocuk sahibi olmadan önceki dönemlerden farklı bir anlam kazanır ve farklı bir şekillerde algılanır. Bir bakıma yeni duyular kazanır kişi anne-baba olduğunda; daha önce farkına bile varmadığı şeyleri fark etmeye, duymaya ve hatta koklamaya başlar. Tehlikelere, sorunlara, başka bebeklerin ve çocukların başına gelen olumsuzluklara karşı daha duyarlı hale gelir. Bir başka canlının yaşamından sorumlu olmanın yarattığı kaygı, anne-babayı fiziksel olarak daha güçlü kılar; çocuğun doğumunu takip eden senelerde yaşanan uykusuzluk, yorgunluk ve koşuşturmaya rağmen…
Kaygının sonucunda da anne-baba;
1. Çocuğun fiziksel, duygusal ve sosyal bakım ihtiyaçlarını fark edip, bu ihtiyaçları uygun şekilde karşılamak için duyarlı olmayı,
2. Çocuğu bir yandan kazalardan, korunabilir hastalıklardan uzak tutarken, diğer taraftan çocuğa zarar geldiğini hemen fark edip, gereken müdahale ve tedavi için uygun şekildeharekete geçebilmeyi,
3. Bir yandan çocuğun öngörülebilir duygusal travmalardan dolayı mutsuz olmasını engellemeyi, diğer yandan çocuğuna bir birey olarak saygı duymayı, ona kayıtsız şartsız sevildiğini gösterebilmeyi, onu baş edebileceği oranda risk alabilmesi ve seçim yapabilmesi için destekleyebilmeyi öğrenir.
Dolayısıyla anne-babanın çocuğunun yaşamı ve sağlığına dair belli sınırlar içinde yaşadıkları kaygılar, beklenen, istenen, doğal, gerekli ve kaçınılmaz bir durumdur. Buna rağmen yaşamsal önemi olan kaygı duygusunun aşırıya kaçması hem anne-baba, hem çocuk, hem de aile yaşantısı için zararlı sonuçlar doğurur. Anne-baba “çocuğum bensiz yaşayamaz, zarar görür veya ölür” kaygısını doğal olandan fazla yaşadığında, bu duygunun yoğunluğu ile çocuğun büyüme ve gelişme ihtiyaçlarını fark edemez hale gelir. Örneğin fiziksel olarak yürümeye hazır olan, uzaklaşmak ve araştırmak isteyen çocuğunu: “Aman çocuğum, kendi başına yürüyemezsin. Yürürsen Allah korusun düşüp başını vurursun, kolunu bacağını kırarsın. Hatta ölürsün!” gibi sözel veya davranışsal ifadelerle engellemeye çalışır. Anne-babasının bu tip ifadeleriyle gereğinden çok karşılaşan çocuk ise yürüyemeyeceğine inanamaya başlar; yürümeye çekinir hale gelir.
Çocuk neredeyse hiçbir zaman kendi başına yemek ve giyinmek, üşüdüğünü ya da terlediğini algılamak, arkadaşlarıyla mücadele etmek, sorunlarıyla baş edebilmek, hata yapmak ve hatalarından ders çıkarabilmek gibi fırsatları yakalayamaz. Anne babasının kaygısından beslenen aşırı koruyucu ve kollayıcı tutumlarla büyümesi; gereğinden fazla engellenmesi; ihtiyacı olanın çok üzerinde ilgi, destek ve tolerans görmesi; bütün hareketlerine, ilişkilerine ve seçimlerine müdahale edilmesi çocuğun:
1. Bireyselleşmesini ve olgunlaşmasını,
2. Kendine ve dünyaya güven duyabilmesini,
3. Gerçek ihtiyaç ve becerilerini fark edebilmesini,
4. Ailesinden yeterince bağımsızlaşıp sağlıklı ilişkiler kurabilmesini,
5. Hatta kendini tehlikelerden koruyabilecek donanımı kazanabilmesini olanaksız hale getirebilir.
Bu arada, yaşadığı aşırı kaygı nedeniyle gereğinden fazla tetikte olan ve çocuğun hayatındaki her türlü detayı kontrol etmeye çalışan anne-baba bir süre sonra hayatındaki diğer rolleri (örneğin kadınlık-erkeklik, karı-kocalık, iş yaşantısı ve sosyal hayat rolleri gibi) yerine getiremez duruma düşebilir. Hayatında sadece anne-babalık rolü kaldığında ise çocuğun her daim çocuk kalmasına, olgunlaşmamasına, uzaklaşmamasına, bağımsızlaşmamasına, her zaman anne-babasına muhtaç olmaya devam edebilmesine ihtiyaç duyar. Bu yüzden de “Dur! Sen yapamazsın, ben senin için yaparım”, “Nasıl olsa büyüdüğünde bunları yapacaksın, şimdi ben senin için yapayım”, “Sana güveniyorum ama çevreye güvenmiyorum”, “Biraz daha büyüdüğünde…”, “Bunu sana nasıl yaparlar? Ben onlara gününü gösteririm” gibi ifadelerin hakim olduğu bir ilişki içinde çocuklarının yetersizlik duygularına ve bağımlılıklarına katkıda bulunurlar. Niyetleri kötü olmasa da, çocuğuna zarar vermek istemeseler de, yaşadıkları kaygıyla çocuklarının hayatından neleri aldıklarını fark edemeseler de…
Aslında anne-babalık kaygısı, “Çocuğumu tehlikelerden korumalı, ona ihtiyacı olan ortam ve şartları sağlayabilmeli, sağlıklı gelişimine katkıda bulunmalıyım” sinyallerinin anne-babanın hayatına eşlik etmesine yol açan ve çocuktan sonra kazanılan “altıncı duyu” gibidir. Bu yoğun duygular, çocuğun ihtiyaçlarına duyarlı olunmasını, yaşanabilecek tehlikelerin önceden fark edilmesini ve tehlikelerin uygun şekilde önlenebilmesini sağlar.
Bununla birlikte, kaygı çocuğun değişen ihtiyaçlarını görmeyi engelleyecek kadar aşırı boyutlara vardığında, kontrol edilemeyecek veya mantıklı şekilde açıklanamayacak davranışlara yol açtığında hem çocuk, hem de anne-baba için zararlı hale gelir.
Unutulmamalıdır ki, anne baba olmak bir yanıyla kaygıyla yaşamayı öğrenmektir. Uykusuz ve kabuslarla geçen gecelere, heyecanlı bekleyişlere, yüreğin pır-pırlarına, canından çok sevdiği çocuğunun başarısızlık ve üzüntü yaşama ihtimaline rağmen gerektiğinde çocuğunu yüreklendirebilmek, ona kendi başına ayakta kalabilme becerilerini öğretebilmektir…
SEÇİL ÖZBEKLİK
Uzman Psikolojik Danışman
*Bu makale Çocuğum ve Ben Dergisi sayı: 50 Eylül 2007 sayısında yayınlanmıştır.